Emin İgüs / Dostlar Korosu Eski Koristi ve RSDK 2014-2015 Sanat Yönetmeni

“Kentte doğdum, kentte yaşıyorum. Türküleri toprağında, suyunda, havasında soluma şansım olamadı. Ancak bu gerçek onları sevmemi engellemedi. Her türlü donanımsızlığa rağmen, türkülerin, samimi olduğunuzu hissettirdiğinizde size kucak açtıklarını fark ettim ve yaklaşık otuz yıldır bağlama çalıp, türkü söylüyorum…”

Bir kent çocuğu olarak türkülerle tanıştığı yıllarda, 1976’ da Ruhi Su ile de tanıştı.

1976 – 1980 yılları arasında “Dostlar Korosu” nda yer aldı.

İ.T.Ü Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler bölümünde müzik eğitimi, İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’ nda şan dersleri aldı.

Aynı yıllarda dernek korolarında da saz çaldı, türkü söyledi.

Bir söyleşide o dönemi, ustasını, geleneksel müzikle ilişkisini ve sanata bakışını şöyle anlatıyor İgüs:

 “Müziğe başladığım günden beri geleneksel kültürle ilgiliyim. 1990’dan sonra bu ilgi çoğalarak bugüne kadar devam etti. 1975’te Ruhi Su ile tanışmam müzik yaşantımın en önemli dönüm noktası, Ruhi Su hem müzik hem de yaşam anlamında benim yol göstericim.

Yaklaşık 30 seneyi aşkın bir süredir geleneksel müzikle uğraşmamın altında yatan temel şey şu; geleneksel müziğin kendi içerisinde çok estetik bir altyapı taşıdığını düşünüyorum. Geleneksel müziğin çok önemli bir bellek olduğu düşüncesindeyim ve geleneksel müziğin veya daha genişletirsek geleneksel kültürün, resmi tarihin anlatmadığı insanları ve hayatları anlattığını düşünüyorum. Bu bakımdan da çok önemli buluyorum. Bu anlamıyla geleneksel müzikle kurduğum ilişkiye durağan bir ilişki olarak bakmıyorum. Düşünsel olarak baktığımda, eski bir şeyle, artık söyleyeceğini söylemiş, ömrünü tamamlamış, bitmiş bir şeyle uğraşıyor hissi hiç yaşamıyorum. Çünkü ben o müzikle uğraştıkça çok farklı hayatlara ilişkin çok şey yaşıyorum ve öğreniyorum. Ayrıca sanatta “çağdaş – ilkel” gibi tanımlara karşı bir tavrım olduğu için, bu tür sınıflandırmalara hiç yanaşmadığım için, ikircikli bir duyguya kapılmıyorum. Geleneksel kültürün hayatıma çok şey kattığını hissediyorum ve bunları başkalarıyla paylaşmak istiyorum.

Yok edilmişlik, yok sayılmışlık… Muktedirler tarafından mağdur edilmiş insanlar, mağdur edilmiş sesler, mağdur edilmiş kültürler…Kendinizi, yok edilmişlerin, yok sayılmışların, yaşamıyormuş gibi davranılanların hayatlarına bıraktığınız zaman, egemen tarihin, resmi tarihin anlatmadığı hayatlarla karşılaşıyorsunuz… “İyi müzik dinleyiciye ulaşmıyor” tanımlaması çok havada bir tanımlama… Ortada bir sistem ve bir egemen ideoloji meselesi var. Onun yarattığı hayatın karşılığı olan bir tüketim kültürü var. Kolay tüketilebilir, estetik kaygıları en aza indirilmiş, parametrelerinden koparılıp başka bir yere götürülmeye çalışılan bir kültürden bahsediyoruz. Bir dünya düzeni söz konusu ve biz onun dayattığı bir kültürü yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Tüm bu kurulu düzene ve olumsuzluklara rağmen, bu dünyayla derdi olan, sağlam sanatsal donanıma sahip çalışmaların da küçümsenmeyecek sayıda insana ulaşabileceğini ve ulaştığı insanları mutlu edebileceğini düşünüyorum. Sayılarla çok uğraşmadan, ya da sayılardan çekinmeden devam etmek lâzım. Sayısı buysa sanattaki kıymeti budur.

Nereden bakarsanız bakın bizi bir yere götürmez. Bir işi yapacaksak iyi yapmanın yollarını aramak lâzım. Eğer yaşadığımız dünyayla ilgili ahatsızlıklarımız varsa, bir derdimiz varsa; bu derdimizi işimizi hem iyi yaparak hem de ne yaptığımızın farkında olarak sürdürmemiz gerekir. Dünyaya bir yerden bakarsınız ve zaten müziği de oradan çalarsınız. Eğer hayatı doğru yaşıyorsanız ya da yaşamaya çalışıyorsanız, inancınız varsa, bir şeyleri değiştirmeye istekliyseniz, bu müziğinizde de vardır. Sizin bir varoluş şekliniz vardır, bir tavrınız vardır. Bu yemek yerken de odur, müzik yaparken de odur, film izlerken de odur. Bundan sonrası “üretmek”, “paylaşmak” ve “size ihtiyaç duyup da ulaşamayan insanların yanında olmak “tır… Neyi buluşturamadık peki? Kim niye buluşamadı? Bütün konuşmamızın altında yatan fikir bu; kültür ve sanat bir şeylerle buluşamıyorsa, bir şeyler de kültür- sanatla buluşamıyorsa, yaşamsal anlamda buluşamadığımız çok şey var demektir zaten. İşte yavaş yavaş bunları anlıyoruz. Bütün mesele o yaşamsal dinamikler ile kültürel ve sanatsal dinamikleri kendi içimizde sağlam bir yerde iç içe tutabilmekten geçiyor.

İşte bu yüzden “işçi sınıfı sanatçısını arıyor, sanatçı işçi sınıfını arıyor” derken; sorması da, cevaplaması da,  buluşturması da birbirinden zor durumlar.

Burada sanatsal aktivite ile sanatsal üretimi birbirinden ayırmak lâzım. Sanatta bir şey üretme ve yaratma aşamasında elbette içsellik ve kendine dönük bir yapı olacak. Bir sanatsal etkinliği bir yere taşımak, götürmek, insanlarla buluşturmak farklı bir şey, o götürdüğünüz şeyin üretim süreci farklı bir şey…”Mağdur” diye bir kavram var. Dünya görüşü farklı olabilir veya küçük küçük, ayrı ayrı kulvarlar olabilir ama ezilen bir kitle var bu ülkede, bu dünyada. Birileri devamlı pastadaki payını arttırırken devamlı ölen bir dünya var öbür tarafta. Picasso’nun bir tablosunun yüz milyon dolara satılması Afrika’da binlerce çocuğun açlıktan ölmesi anlamına geliyor. Tablosuna yüz milyon dolar verilmesi Picasso’nun değerini artırmıyor, aksine bu Picasso’yu küçültüyor. Sektör dediğimiz şey bu. Osman Hamdi’nin “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli tablosu beş trilyona el değiştirdi. Ben bunu kabul edemiyorum. Beş trilyon verilmesi değeriyle ilgili değil. Bu para resmi de yüceltmiyor zaten. Burada bir düzen var ve bu düzen sürdüğü sürece bir yerde sürekli kaybedenler oluyor-olacak ve ben kültürel anlamda bir katkı koyabileceksem bunun her yerde ve her zaman “şimdilik kaybedenler” için olması gerekir. Benim temel duyarlılığım bu.

Başka bir dünya ve başka bir paylaşım şekli istemiyor muyuz? O zaman sen bana pirinç ver ben de sana oturayım çorba yapayım, Ayşe de bize piyano çalsın! Bu hayaller olmadan bu işler olmaz. Yani biz ne nerede, ne kadar izlenir, ne kiminle ne kadar buluşurumun ötesinde bir şeyleri daha farklı zemine çekmenin, daha farklı buluşmalara açık hale getirecek alt yapıları oluşturmanın derdinde olmalıyız. Bir şeyi üretirsiniz ve ürettiğinizin izleyicisiyle buluşması sadece “almaya ve üretmeye niyetli” insanlarla mümkün olamayabilir. Bu çok daha büyük bir mesele gibi geliyor bana.

Herkes yanına alabileceklerini alır, katabileceklerini katar ve yola koyulur. Ondan sonra buluşma da, buluşturma da gerçek anlamına kavuşur.

Daha çok tartışacağız ve belli ki, bir şekilde yolu genişletmek için de bir sürü soru soracağız. Ama hem soruların altını doğru doldurmak hem de yanıt çeşitliliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi açık tutmamız gerektiğini düşünüyorum.

***

1981’ de İstanbul’ da Şebnem Ünal, Vedat Verter ve Hakan Yılmaz ile “Ezginin Günlüğü” grubunu kurarlar. Daha sonra Nadir Göktürk ve başka müzisyenler de gruba dâhil olurlar.

1980 yılında yapılmış olan askeri darbe yönetiminin baskılarının en yoğun şekilde hissedildiği bu yıllarda, insanların bir araya gelmesi engellendiği için, konser gösteri gibi etkinlikler düzenlemek, bir müzik albümü çıkarmak çok zordu ve bir sürü engelle karşılaşıyordu. Ezginin Günlüğü, bu yıllarda, muhalif bir ses olarak ortaya çıktığı için, bütün bu uygulamalardan nasibini alarak yoluna devam etti.

Bu ilk yıllardaki repertuarında, hem geleneksel halk türküleri ve hem de grup üyeleri tarafından, Nazım Hikmet, Shakespeare, Ritsos, A. Kadir, Mevlana, Kavafis, Paul Valéry, Orhan Veli, Ömer Hayyam, G. Lorca, Şeyh Galip, Sadi gibi çeşitli Türk ve dünya şairlerinin şiirleri üzerine bestelenen kendi şarkıları yer alıyordu.

Emin İgüs, Hakan Yılmaz, Şebnem Ünal, Vedat Verter ve Nadir Göktürk tarafından oluşturulan müzik altyapısını, sahne üzerinde 10 kişilik bir ekiple uygulayan Ezginin Günlüğü, ilk konserini Ocak 1983’te İstanbul’da, Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde verdi. Bu ilk konserin kayıtları daha sonra, “İstanbul Konserleri” adı altında kaset olarak da bastırıldı. Daha sonra da İstanbul, Ankara ve İzmir’de birçok konser gerçekleştiren Ezginin Günlüğü, 1985 yılında ilk stüdyo çalışması olan ‘Seni Düşünmek’ albümünü yayınladı. Long Play ve kaset olarak basılan bu çalışma öncesinde grubun kadrosunda birtakım değişiklikler olmuş, Tanju Duru ve Cüneyt Duru gruba katılmış ve ekip Emin İgüs ve Nadir Göktürk’le birlikte, dört kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuştu. Bu dönemde Fikret Kızılok’ un kurucusu olduğu “Çekirdek Sanat Evi” nde bir konser verirler. Daha sonra da birçok konserde sahne alırlar. 1986 yılında 2. LP çalışması olan ‘Sabah Türküsü’ gerçekleştirildi. Emin İgüs ’ün askerlik döneminde gerçekleştirilen bu çalışmada şarkıları Hakan Yılmaz ve Gülnaz Göver seslendirmişti. Bu yıllarda Ezginin Günlüğü ’nün sahne repertuarında önemli bir bölümü de Azeri şarkı ve türküler oluşturmaktaydı. Bu yüzden, 1987 yılındaki 3. Albüm çalışması olan ‘Alagözlü Yar’ Azeri müziği üzerine yapıldı. Bu çalışmada, daha önce Mustafa Bülbül, Reşit Behbudov gibi çeşitli Azeri sanatçılar tarafından yorumlanmış Azeri mahnılar kaydedildi. Gene bu albümde, Üzeyir Hacıbekov’un ‘Arşın Mal Alan’ operetinden ‘Gülçehre’yi de Şebnem Ünal seslendirdi. Daha sonra, 1988 yılında ‘Bahçedeki Sandal’ ve 1990 yılında da ‘Ölüdeniz’ albümleri çıktı. Bu iki albümün repertuarı, tamamen grup üyeleri tarafından bestelenmiş, çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşmaktadır. Bu dönemde İgüs grupta besteci ve vokalist olarak yer aldı, bağlama çaldı.

1990 yılının sonlarında grubun kadrosunda çok önemli bir değişiklik oldu. Bu süreçte, farklı müzikal ve profesyonel arayışları olan, Emin İgüs, Cüneyt Duru ve Tanju Duru gruptan ayrıldılar.

“…Grubun ilk yıllarında öncelikle türkülerden beslendik. Ortaya çıkacak ürünlerin “grup elemanlarının tek tek birikimlerinin üzerinde olması gerektiği” ni düşündük. Dokuz yıllık bir sürecin sonunda, bu düşüncenin giderek yıpranması, grubun bir döneminin kapanmasına neden oldu…”

Ezginin Günlüğü grubundan ayrılan İgüs solo çalışmalar yaptı. 1991 yılında bas gitarist Eylem Pelit ile bir araya gelerek bir ikili oluşturdu. Birlikte birçok konser verdiler. Ruhi Su Dostlar korosu ile 1991 yılında Almanya’ nın Köln ve Frankfurt konserlerinde de sahne aldılar. Bu ikili bugünde birlikte çalışmaya devam ediyorlar.

1996 yılında “Emin İgüs Grup” u kurdu. Önce Tanju Duru(gitar) ve Ahmet Özbilen (vurma çalgılar) ve daha sonra Tugay Başar(vurma çalgılar ve nefesli çalgılar) ile birlikte oldu. Uzun yıllar birlikte çalıştığı müzisyen arkadaşı Tanju Duru 2008 yılında Demirkazık Dağı tırmanışı sırasında hayatını kaybetti.

2001’ de Hakan Oral (perdeli ve perdesiz gitar), Mutlu Ödemiş (keman ve klavye), Orçun Gündem (basgitar) ve Ahmet Özbilen (vurma çalgılar) ile grup devam etti. Bu grupla 2002’ de ilk solo albümü “Bu Dünya Bir Pencere” yi yaptı.  

2004 Eylül-Ekim aylarında Mircan Kaya(vokal), İlker Yurtcan (klarnet), Derya Türkan(klasik kemençe) ve Hakan Oral(perdesiz gitar) ile Anadolu ninnilerinden oluşan “Bizim Ninniler” albümünü kaydetti. Albümde İgüs bağlama ve cura çaldı.  

1996 yılında Sıdıka Su ve Ilgın Su’ nun kurduğu “Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı” nda yer aldı. Ruhi Su Dostlar Korosu ile İstanbul’ da ve Türkiye’ nin değişik kentlerinde birçok konserde birlikte sahne aldı ve bugün de bu devam ediyor.  

Uzunca bir dönem Arnavutköy’ de “Cabaret Cine” ‘ de her hafta Perşembe akşamları sazı ve sözüyle dinletiler yaptı. 

Geçen yıllarda “Açık Radyo” da  RSDK eski koristlerinden Seyhan Şahin Ay ve Nimet Çakıcı ile “Rusya’ dan Rusya’ ya Müzik” adıyla bir program yayımladı. 

Türkü sevmeyenlere bile türküyü sevdiren billur sesi, güleç yüzü ve alçak gönüllü tavırlarıyla hayranlık uyandıran İgüs, toplumcu duyarlılığı ve siyasi duruşuyla da dikkat çekti. 

Nazım Hikmet Akademisi, Nazım Hikmet Kültür Merkezi Müzik Topluluğu ve Nazım Kumpanya’ nın da kurucularından olan İgüs, solo müzik çalışmalarına da devam ediyor.

Besteci,  icracı yeteneğinin dışında ses yönetmeni, müzik danışmanı ve müzik yönetmeni de olan Emin İgüs 2014′ ten beri Ruhi Su Dostlar Korosu’ nun sanat yönetmenliğini de sürdürüyor.

Ruhi Su Kültür ve Sanat Derneği